İSKENDERİYE EKOLÜ VE MÜSLÜMAN FİLOZOFLAR - 5

 

İskenderiye Ekolü Filozofları

İskender Afrodisî (? - ?)

Batıda Alexander Aphrodisous olarak tanınan filozofun hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmemekle beraber miladi III. yüzyılda yaşamıştır.[1] Aristoteles felsefesinin Müslüman ve Hıristiyan filozoflarca tanınmasında büyük rol oynamıştır. Aristoteles’in eserlerine yazdığı şerh tarzındaki eserleri bu eserlerin Grekçe asıllarının günümüze kadar ulaşmasına vesile olmuştur.[2] Yunan felsefesinin İslam topraklarına taşınmasında Müslüman filozofların İskender Afrodisî’ni tanımasının büyük rolü vardır. Ebu Yusuf Yakub bin İshak el-Sebbah el-Kindî (801-873), Ebû Nasr Muhammed el-Fârâbî (872-950) ve Ebu Ali el-Hüseyin bin Abdullah İbn Sînâ (980-1037) tarafından da benimsenen mantık ilminin felsefenin bir parçası değil ancak aleti olduğu düşüncesinin kaynağı olmuştur. İskender, Aristoteles’in mantığa dair kitaplarını bugün bilinen şekliyle ilk kez tasnif eden filozoftur.[3] İskender, insan aklının somuttan soyuta doğru ilerlerken soyutlamayı nasıl gerçekleştiğini, bunun sonucunda bilginin nasıl oluştuğunu ve onun faal akılla olan ilişkisini konu alan Risâle fi’l-Aķl ve Aristo’nun Metafizika adlı eserinin on ikinci bölümüne (Lamda) yazmış olduğu şerh sebebiyle Müslüman filozoflar tarafından ilgi görmüştür. Buna bir örnek olarak, Ebu 'l-Velīd Muḥammed ibn Aḥmed ibn Muḥammed İbn Rüşd’ün (1126-1198), Grek filozofunun bahsedilen eserine yazdığı Tefsîru Mâ ba’de’ŧ-Tabî’a adlı eserinde İskender’e elli iki defa atıf yaptığı gösterilebilir. Bu ve benzeri durumlar göz önünde bulundurulursa İslâm filozoflarının İskender’e ne kadar çok değer verdikleri daha iyi anlaşılır.[4]




Önemli bir Aristoteles şarihi olan İskender, onun Metafizik, Birinci Analitikler, Sofistlere Reddiye ve fizik ve ruhiyata ait diğer eserlerini şerh etmiştir. Metafizik şerhini Ebû Bişr el-Metta, (ö. 940) Fizik şerhini ise Kustâ b. Lûkâ (ö. 913) Yunancadan Arapçaya çevirmiştir.[5]. İskender’in telif etmiş olduğu eserlerden tercümeler aracılığıyla İslam dünyasına geçen diğer eserleri şunlardır: Aristoteles’in Sofistlere Reddiye isimli kitabına yazdığı şerh, Kitabu’n-Nefs, Temekkün hakkında Calinos’a bir reddiye, zaman ve mekan hakkında yine Calinos’a reddiye, Kitâbu’l-Ebsâr, Usûlu’l-Ammiye, Kitab-ı Aksu’l-Mukaddemât, Kitâb-ı Mebâdiu’l-Küll, varlığın on ma’kuleye has olmadığı hakkında kitap, madde ve cins arasındaki fark hakkında kitap, bir şeyin ancak bir şeyden çıktığını söyleyen kimseye reddiye, gözlerin gözden çıkan ışıklar ile olmadığı hakkında kitap, renk hakkında kitap, fi’z-Zamân, Aristoteles’e göre akıl hakkında kitap. Fi’s-Sûreti ve Ennehâ Temâmu’l-Hareketi ve Kemâluhâ ala Ra’yi Aristû [6]

 İskender, Aristoteles’in psikoloji konusundaki görüşlerini sistemleştirmesinin yanında genel anlamda Aristotelesçi düşünceyi Platon’un fikirleri ile uzlaştırmaya çalışmıştır. İskender, eserlerinin çoğunu Aristoteles’in fikriyatı doğrultusunda geliştirmiştir. İslam filozofları da gerek felsefi kavramların kullanılması gerek sistemlerinin oluşturulması bakımından bu iki filozoftan etkilenmişlerdir. Aristoteles’in külliyatının neredeyse tamamını şerh eden filozofun zaman zaman onun öğretisinden ayrıldığı da olmuştur. İskender, tanrının gök cisimleri harekete geçirirken onları bir aşk nesnesi olarak gören Aristoteles düşüncesini kabul ederken ondan farklı olarak tanrı’nın kendisi hakkındaki bilgisinin, bir aşk nesnesi olarak harekete geçirmiş olduğu evren hakkındaki bilgiyi de içerdiğini düşünmektedir. Ancak onun evren hakkındaki bu bilgisi genel olup oradaki ayrıntılarla ve bireysel varlıklarla ilgili tikel bilgiler değildir. Müslüman filozoflardan Fârâbî için Aristoteles düşüncesindeki tanrının bilgisi konusu büyük bir problem ortaya çıkarınca, İskender’in yukarıda bahsedilen görüşü önem kazanacaktır.[7] Başka bir ayrım noktasında ise İskender, Aristoteles tarafından ortaya atılan akıl teorisinde küçük bir değişiklik yaparak nazari akıl ve ameli akılın yanına aktif akılı ekler. Kindî ise bu üç aklın yanına dördüncü bir akıl eklemiştir: el-Aklu’z-Zahir (zahir akıl).

İslam felsefesinin üzerinde çok durulan konularından bir olan varlık – mahiyet ilişkisinde İbn Rüşd, Aristoteles’i izleyerek bu ikisinin aynı şey olduğunu ifade etmiştir. İbn Sînâ ise varlığı sadece varlık olarak değerlendirmekte ve varlıkta yer alan diğer nitelemeleri ona sonradan arız olmuş bir ilinek kabul etmektedir. Kindî ise tanrı açısından onun varlık açısından en mükemmel varlığa sahip olduğunu düşünerek onda varlık ve mahiyetin aynı olduğunu düşünmektedir. Bu konu, İskender’in Aristoteles’ten farklı düşündüğü yerlerden biridir. İbn Rüşd Aristoteles’in görüşlerini takip ederken, İbn Sînâ İskender’in görüşlerini doğru kabul etmiştir.[8]

İslam filozofları zaman kavramını tanımlarken bu konuda Aristoteles’in düşüncesine sadık kalan İskender’den etkilenmişlerdir. O, fi’z-Zamân adlı eserinde zamanın feleğin kendisi ya da hareketi olduğu düşüncelerine karşı çıkar. Çünkü birden çok felek olduğu için birden çok zaman olamayacağı gibi felek hızlı ve yavaş olabildiği halde bu durum, zaman için geçerli değildir. Kindî de Kitâbu’l-Cevâhiri’l-Hamse isimli eserinde aynı konuları benzer bir şekilde ele aldığı için İskender’in eserlerinden izler taşıdığı düşünülmüştür.[9] Kindî’den başka Fârâbî ve de İskender’in yapmış olduğu zaman tanımını kullanmıştır. İskender,  zamanı “döngüsel feleğin hareketinin sayısıdır” şeklinde tanımlarken Fârâbî, “zaman, feleğin hareketinin sayısından başka bir şey değildir” demektedir.[10]

“Töz” kavramı ile ilgili olarak İskender Aristoteles’in düşüncelerini analiz ederek dört farklı anlamı ortaya çıkarmıştır. Töz kavramına dair bu tanımlar İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün nefsin ve nefse ait yetilerinin töz olarak değerlendirmesinde etkili olmuştur. İskender, Aristoteles’in görüşüne katılarak tanrıyı bir töz olarak kabul etmiştir. Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi müslüman filozoflar ise tanrının töz olması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. [11]

İskender, ilk neden konusunda Fî Tesbîti’l-İlletu’l-Ûlâ isimli eserinde ilk nedeni bir olma yönünden ele alarak onun tanrı olduğunu öne sürmüş, ilk nedenin hem metafiziksel hem de ontolojik olarak bir ve tek olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Bu konudaki önemli bir tartışma alanı ilk neden ile ilk nedenlinin zaman açısından konumlandırılması meselesidir. İskender’e göre ilk neden en mükemmel yapıda olduğu için diğer varlıklardan bir önceliği vardır. Bu öncelik,  zaman, düşünce yada değer açısından olabilir. Ona göre neden ile nedenli aynı anda var olmasından dolayı ilk nedenin nedenliye önceliği zaman bakımından değildir. İslam filozoflarından Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd Aristoteles ve İskender’in çizgisini takip ederek, ilk nedenin zaman açısından değil zat açısından daha önce olduğunu söylemişlerdir.[12]

İskender ve İbn Sînâ, tanrının bir aşk objesi olması konusunda aynı düşüncelere sahiptirler. İskender’e göre tanrı, arzu duyulan ve kendisine yönelinen bir varlıktır. Onun tanrıyı bir aşk ve arzu öğesi olarak değerlendirmesi doğal varlıkların hareketlerinin sebeplerini açıklamaktadır. Tanrı bütün maşukların kendisine doğru hareket etmesinin gerçek nedenidir. Bu anlamda tanrı aynı zamanda yaratmış olduğu varlıklar için bir erektir.[13] Tanrının aşk objesi olması İslam filozoflarınca geliştirilerek devam ettirilmiştir. Fârâbî, hem aşk, aşık hem de maşuk olduğunu ifade etmekte ve bunların tanrı için aynı şey olduğunu söylemektedir.[14] İbn Sînâ ise aynı konuyu ele aldığı Fî Mahiyeti’l-Işk adlı risalesinde tanrıyı aşkın ve güzelliğin bizzat kendisi olarak ifade etmiş ve bu aşk varlığın yaratılmasında etkili olmuştur. Yaratılmış olan her varlık ise kendisinde fıtrî olarak bulunan bu aşk nedeniyle ilk nedeni arzular ve ona yönelir. İbn Sînâ sisteminde sudur teorisini açıklayan ve yukarıdan aşağı doğru bir hareket olan teoride ask, yaratılışın devamına erek olarak sudur sürecinin tekrar Tanrı’ya doğru yönlenmesini de açıklar.[15]

İskender, nefsi tanımlarken “canlı, doğal cismin ilk “entelekheia”sıdır” ifadesini kullanmaktadır. Burada “entelekteia” kelimesini “tamamlık” ve “tamamlama” anlamlarında kullanmıştır. Bu kelime Arapçaya “kemal” ve “istikmal” anlamları ile tercüme edilmiştir. Bu konu Müslüman filozoflarca geniş kapsamlı olarak bir çok kere ele alınmıştır. Mesela İbn Sînâ nefsi tanımlarken “tabii cismin olgunluğu (kemâli)”, İbn Rüşd ise “tabii cismin ilk yetkinliği (istikmâli)” ifadelerini kullanmışlardır. İbn Sînâ nefs beden ilişkisi ile ilgili olarak nefsin bedenin formu olduğunu izah etmek için kılıç benzetmesi yapmaktadır. Buna göre kılıcın demir maddesi onun cismi, bilenmiş bir şekilde kesiciliği ise onun formu olmaktadır. Bunun gibi insan bedeni sadece maddi bir varlıktır ve tek başına onun “insan” ismini almasını sağlamaz. Bu ismi almasını sağlayan şey ise onun nefsidir. İskender aynı düşünceleri, balta örneği ile ifade etmektedir.[16]

İskender, nefsin yetilerini nebati, hayvani ve insani olmak üzere üç kısımda açıklamıştır. Bu kısımlardan her birinin kendi içlerinde farklı özellikleri bulunmaktadır. Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd İskender’in nefsin kısım ve güçlerine dair bu taksimini kabul etmişlerdir. “Buna göre canlı varlıklar bitkiler, hayvanlar ve insanlar şeklinde üç türe ayrılmaktadır. Varlık taksimine uygun olarak da nebatî, hayvanî ve insanî olmak üzere üç kısım nefs ortaya çıkmaktadır. Nefsin en aşağı gücü beslenme gücü olup bitkilere has olmakla birlikte, bütün canlı cisimlerde- bitkiler, hayvanlar ve insanlar – ortaktır. Bir sonraki duyusal güç olup hayvanlar kadar insanlara da aittir. Sonuncu akleden veya aklî nefs ise sadece insanlara özgüdür.”[17]

Ahlak felsefesi açısından İskender ile Fârâbî, İbn Miskeveyh (932– 930), Yahyâ b. Adiy’in (893-974) üzerinde durdukları konu ile anlatım tarzı ve çıkarımlar birbirlerine benzerlik göstermektedirler. Bu benzerlik özellikle Fârâbî’nin Tenbîh alâ Sebîli’s-Saâde isimli eserinde görünmektedir. Ancak hem İskender’in hem de İslam filozoflarının bu konudaki temel kaynağı Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik kitabıdır.

 

Plotinus (205 – 270)

Antikçağ sonrası felsefe temelli dini bir dünya görüşü geliştirerek Yeni Eflatunculuk fikrinin gelişmesi ve yayılmasında büyük rol oynamış bir filozoftur. Felsefesini Platon’a dayandırarak açıklamaya gayret etmiş, eserlerinde Platon’un eserlerinde atıf yatmaya önem vermiştir. Ancak geliştirmiş olduğu Yeni Eflatunculuk düşüncesi, sadece Platon’dan değil, Aristoteles ve Stoa düşüncesinden, doğu ve Hint bilgeliklerinden de etkilenmiştir. Plotinus, felsefesini hocası Ammonios Saccas’ın (ö. 240) etkisinde kalarak ortaya koymuştur.[18] Zengin bir arka plana sahip olan Plotinus’un düşüncesi, ortaçağda hem Latin hem de Arap dünyasındaki felsefi faaliyetlere dolaylı ve doğrudan etki yaparak düşünce tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturmaktadır.[19]

Plotinus, eserlerini Roma’daki derslerini sürdürdüğü sırada ve hayatının çeşitli dönemlerinde yazmıştır. Toplamı 54 makale olan bu eserleri öğrencisi Porfirius toplamış ve sistematik bir sıraya dizmiş ve altı bölüme ayırmıştır. Bu bölümlerden her biri de dokuz makaleyi içermektedir. Bundan dolayı bu esere “Enneaddes (Enneadlar) – dokuzlar” adı verilmiştir.[20] Plotinus, Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi Müslüman filozofları aslında Ennead’ların bir versiyonu olan ve Arapçaya Aristoteles’in Teolojisi olarak çevrildiği için yanlışlıkla Aristoteles’e ait olduğu zannedilen Esolocya isimli eser ile de etkilemiştir.[21] İlk İslam filozoflarından biri kabul edilen Kindî’nin Tanrının ilk ilke olarak kabul edilmesi ve her şeyin birliğinin kaynağı olması düşüncesi Onun hem Aristotelesçi hem de Yeni Eflatuncu düşüncelerden ve doğal olarak Plotinus’un eserlerinden faydalanmasının bir sonucu olmuştur.[22] Plotinus, felsefenin dinsel bir anlam ve değerinin olduğunu düşünmekte hatta onun gerçek bir din olduğunu kabul etmektedir. Onun bu düşüncesi ileride Müslüman filozofları etkilemiş ve onların felsefe –din, akıl – iman, seçkin – avam gibi ayrımlar yapmalarına sebep olmuştur.[23]

Müslüman filozoflar, kadim felsefe aracılığı ile iki çeşit metafizik tanımışlardır. Bunlardan biri Aristoteles’in varlık metafiziği, diğeri ise “bir” (tanrı) metafiziğidir. Kindî, bu iki sistemi uyumlu bir hale getirememiş, Fârâbî ise kendi metafizik sistemini tanrı metafiziğine yakın bir yerde konumlandırmıştır. Fârâbî bu iki sistemi zorunlu varlık, Allah ve Kuran’da zikredilen Vâhid (bir) kavramları ile Plotinus’un “Bir” kavramı içinde eritmiştir.[24]

Plotinus’un metafiziği her şeyin bir veya tanrı olarak adlandırılan bir şeyden çıktığı tezine dayanmaktadır.[25] Onun bu tezi İslam dünyasında “Sudûr” yada “feyz” olarak isimlendirilmiştir. Plotinus sudûr için bazı ilkeler belirlemiştir. Bunlardan birincisi varlıkla birlik arasında kesin bir ilişkinin bulunmasıdır. O, ikinci ilke olarak “tanrının iyi olduğu” görüşünü savunmuştur. Onun bu düşüncesinin arkasında Platon’un ideaların en üstüne “iyi” ideasını yerleştirmesi yatmaktadır. Ona göre evren tanrının iyiliğinden dolayı vardır. Tanrı, kıskanç değildir. İslam dünyasında ise bu görüş Fârâbî ve İbn Sînâ tarafından “tanrının cömert olması” şeklinde ifade edilmiştir.[26] Üçüncü ilkesi ise kendisinden varlığın taştığı varlığın, taşan şeylerin bilgisine sahip olmadığı görüşüdür. Aristoteles’in tanrısı gibi tanrının evren hakkındaki bu bilgisizliği İslam dini açısından ciddi bir problem taşımaktadır. Çünkü İslam dininin ilkelerine göre tanrı yarattığı varlıkların bilgisine hem tümel hem de tikel olarak sahiptir. Fârâbî ve İbn Sînâ, tanrıyı evrenin nedeni olarak kabul ederek nedenin neden olarak kendisi hakkındaki bilgisinin kendisinden sudûr eden varlıkların bilgisini de içerdiği şeklinde izah etmişlerdir. Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmet el-Gazzâlî (1058 - 1111) ise bu açıklamayı yeterli bir izah olarak kabul etmemiş ve şiddetle eleştirerek onları tekfir etmekte tereddüt etmemiştir.[27] Bu tekfir ithamlarının yanında İbn Sînâ, Plotinus’un sudûr teorisindeki “bir” algısından önemli ölçüde farklı bir tanrı algısı da geliştirmiştir. İbn Sînâ’da sudûr sürecinde tanrı daimî bir biçimde var olan mahiyete varlığı bahşederken Plotinus, âlemin tanrıdan basit bir şekilde taştığını söylemektedir.[28]

Plotinus, felsefesinde hayal gücünün önemli bir yeri bulunmaktadır. Ruhun güçlerinden olan bu yeti, duyum ve düşünme yetileri arasında bulunmaktadır. Hayal gücü böylece hem duyumla hem de düşünceyle ilişki içerisindedir. Hayal gücünün temel işlevi duyum ve düşünceden gelen şeyleri zihinsel imgelere, hayallere çevirmektir.[29] Plotinus’un bu kuramı, özellikle Fârâbî açısından önemlidir. Onun peygamberlik hakkındaki düşüncelerinin temelinde hayal gücü (tahayyül kuvveti) bulunmaktadır. Fârâbî’de vahyin meydana geliş sürecine bakacak olursak, es-Siyâsetu’l-Medeniyye’de gerçek anlamda bilim ve marifeti elde etmiş, başkasının rehberliğine ihtiyacı kalmamış kişinin faal akıl ile ittisal kurmuş olması nedeniyle faal akıldan insana doğru akan bir akış olarak tanımlandığını görmekteyiz.[30] el-Medînetu’l-Fâdıla’da ise bir insanın vahyi alması kendisinde güçlü bir tahayyül kuvvetinin bulunmasına bağlı olduğu görülmektedir.[31] Fârâbî’nin felsefesinde sadece hayal gücü değil, duyum, istek ve akıl güçlerinin varlığının kabul etmesinde de Plotinus’un izleri görülmektedir.[32]

Plotinus’un ruh (nefs) ile ilgili düşünceleri anlaşılmazı zor olmakla birlikte, onun üzerinde durduğu asıl konu ruhun tinsel dünyanın son, duyusal dünyanın ilk ilkesi olmasıdır. Bu yönüyle ruh her iki dünya ile ilişki içinde olup aracı rolü oynar ve onları birbirine bağlar. Ruh, insanın bedeni ölümünden sonra bile varlığını devam ettirmektedir ki İskenderiyeli filozoflardan Plotinus, Themistius ve Philoponus ile sürekli meşgul olan İbn Sînâ[33] da bu görüşü kabul etmektedir.[34]

İslam Felsefesinde Plotinus etkisini gösteren başka bir olgu ise nur metafiziğidir. Abdurrahman Bedevî’nin Wensinck’ten aldığı bilgiye göre Gazzâlî, felsefe ile ilgili eserlerinden biri olan Mişkâtu’l-Envâr kitabında Plotinus’un Enneadlarının dördüncüsünün beşinci faslından etkilenmiştir. Gazzâlî kitabının içeriğinde gerçek nuru Allah olarak görmekte, nur ifadesinin başkası için kullanımını ise mecazi olarak algılamaktadır.  Ancak Gazzâlî’nin burada yaptığı şey onu özetlemek değildir. Çünkü Gazzâlî aynı konunun görme ile ilgili olan bölümlerinde görme olayının meydana geliş süreci gibi konularda Plotinus’tan farklı düşünmüştür. [35]

 

Porfirius (232 – 304)

Yeni Eflatuncu düşüncenin tarihi seyir içinde şekillenmesinde önemli rol oynayan Porfirius, Atina’da eğitim gördükten sonra 263 yılında Roma’ya giderek Plotinus’tan dersler almıştır. Klasik Yunan filozoflarını ve hocası Plotinus’un eserlerini şerh etmiş, dini ilimlerle birlikte astronomi, matematik, astroloji, tarih ve edebiyatla da ilgilenmiştir.[36] Porfirius, Eflatunculuğun, Platonun diyaloglarını okuma düzenine ait olan gelenekten etkilenmiştir. O, hem batı hem de doğu ortaçağ düşünce tarihi açısından son derece önemli bir harekete de imkân vermiştir. Bu hareket, Aristoteles’in özellikle mantığa ait olan risalelerinin (Organon) Yeni Eflatuncu müfredata dâhil edilmesidir. Onun bu tavrında Plotinus’tan farklı olarak Aristoteles mantığına verdiği önem yatmaktadır.[37] Böylece Eflatuncu filozoflar Aristoteles üzerine şerhler yazmışlardır. Porfirius, Aristoteles mantığına giriş mahiyetinde bizzat Isagoge isimli bir eser kaleme almıştır. Eseri yazmaktaki asıl amacı ise Eflatun ve Aristoteles’in görüşlerinin bir ve aynı olduğu gerçeğini ortaya koymaktır.[38]  Porfirius’un konu olarak beş tümeli ele aldığı (Cins, Tür, Fasıl, Hassa, İlinti) Isagoge’si felsefe öğretiminde Batıda ve İslam dünyasında mantık öğretiminin Aristoteles ile başlaması geleneğini doğurmuştur.[39]  Fârâbî, Isagoge isimli eseri çeşitli şekillerde yeniden ifade etmiştir. Fârâbî, mantık müfredatını oluştururken İskenderiye ekolünce okutulan ve Hıristiyan mantıkçıların yaptığı şekilde sadece Birinci Analitikler’in ortalarında sonlandırmamış, aksine bu müfredatı daha da geliştirmiştir.[40]

Porfirius’un Isagoge yahut el-Medhal ile’l-Kütübu’l-Mantıkıye, İslam dünyasında ilk defa İbn Mukaffa (720 – 759) tarafından tercüme edilmiştir. esas itibariyle beş küllî konusunu inceleyen eser Müslüman düşünürler tarafından bir çok kez şerh ve telhis edilmiştir.[41] Daha sonra İslam dünyasında mantığa ait diğer kitaplarda Isagoge (Isaguci) yahut el-Medhal olarak isimlendirilmiştir.[42] Kitâbu’l-Medhal ile’l-Kiyâsâtu’l-Hamliye adlı mantığa dair eserleri İbn Osman ed-Dımışkî tarafından tercüme edilmiştir.[43]

İslam dünyasında felsefe ile uğraşanlar, Aristoteles düşüncesini daha iyi analiz edebilmek ve ondan faydalanabilmek için Porfirius’un Isagoge’sine özel bir ilgi göstermişlerdir. Bu suretle mantık, felsefe ve ilim için bir alet ve hatalı düşüncelerden korunmak için bir disiplin olarak Müslüman düşünürlerce kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim mantığı detaylı bir şekilde ele alan ilk İslam filozofu olan Fârâbî, el-Medhal, ile’l-Mantık adlı eserinde cins, tür ve fasıl ile ilgili tanımlamaları Isagogi’deki tanımlara benzemektedir.[44] İbn Sînâ, mantık külliyatına giriş olarak telif ettiği el-Medhal fî Sadri’ş-Şifâ isimli eserinde mantığın tanımı yapıp, faydasını izah ettikten sonra beş tümeli izah etmiş, ancak Porfirius’tan farklı olarak “sözün manaya delaletinin araştırılması” konusunu mantığa onuncu bölüm olarak eklemiştir.[45]

İbn Sînâ en önemli eserlerinden biri olan eş-Şifâ’da ilimleri tasnif ederken geç antikitedeki İskenderiye geleneğinde tasnif edildiği gibi felsefenin bütün bölümlerini içermektedir. Bu tasnifin amacı Aristoteles’in eserlerinin tasnifi olmakla birlikte onun bahsetmemiş olduğu konuları da kapsamaktadır. İbn Sînâ’nın oluşturmuş olduğu bu müfredatın ilk bölümü olan mantık öğretimi de Porfirius’un Isagoge’si ile başlamaktadır.[46] İbn Sînâ bu bölümde mantığın felsefe tahsil edenler için hem çalışmalarında kendilerine yardımcı olacak bir araç, hem de felsefi bir araştırma sahası olarak görüldüğünden bahsetmektedir.[47]

İbn Rüşd, Fârâbî ve İbn Sînâ’yı Aristoteles’in düşüncesine Yeni Eflatuncu öğeler ekledikleri gerekçesiyle tenkit etmektedir. Bu öğelerin başında ise “sudûr nazariyesi” gelmektedir. Ona göre sudûr nazariyesini Aristotelesçiliğe ilk sokan Porfirius’tur. Fârâbî ve İbn Sînâ ise aslında Porfirius tarafından yazılmış olan Kitâbu’l-Usûlûciyya isimli eserin Aristoteles’e atfedilmiş olmasıdır. Başka bir sebep ise Fârâbî ve İbn Sînâ’nın Porfirius’u Aristotelesçi zannetmeleridir. Buna da Aristoteles’in Organon’una yazdığı giriş sebep olmuştur.[48]

Fârâbî, ilk sebep ile ilgili tartışmalarda, bir şeyin tanımını oluşturan parçaların ifade ettiği anlamların tanımlanan şeyin varlığının sebebi olması gibi onun cevherini oluşturan parçalar da onun varlığının sebebi olurdu diyerek onun diyalektik ve tanım gibi akli süreçler içerisinde bilinemeyeceğini dile getirmektedir. Bu açıklama Porfirius’tan beri süregelen bir anlayışın devamıdır. Ayrıca Fârâbî, Porfirius’un cins ve tür ağacından hareket ederek tanımı oluşturan cins ve faslın ilk sebep ile ilgili tartışmada işe yaramayacağını ispat etmekte, bunların sadece insana şeyler hakkında konuşma imkanı tanıdığına işaret etmektedir. Fârâbî’ye göre bir şeyin cins ve faslı tanımlanan şeyi sebeplilik açısından öncelemektedir. Bu görüş ise Aristoteles’in sebeplerinin konumunun, Porfirius’un Isagoge’sindeki görüşlerle ifade edilmesidir.[49]

 Proclus (411 – 485)

İskenderiye’de retorik, matematik ve felsefe dersleri alan Proclus, İstanbul’da bir süre hukukçu olarak çalıştıktan sonra Atina’ya giderek kendini tümüyle felsefeye vermiştir. Atina’da Plutarkhos ve Syrianus’tan dersler almış sonra da Atina Akademisinin başına geçmiştir. Kendinden sonraki filozofları etkilemesi bakımından en önemli eserleri arasında Teolojinin Unsurları, Euklides’in Elementler’ine yazdığı şerh ve Platon’un Alkibiades, Kratylos, Parmenides, Devlet ve Timaios gibi eserlerine yazdığı şerhler vardır.[50] Bunlardan başka Kitâbu’l-Hayri’l-Mahz[51], Fî Kıdemi’l-Âlem, Mesâil fi’l-Eşyai’t-Tabi’iyât (Insitutio Phsika) gibi eserleri de telif etmiştir. Müslüman düşünürler onun Kitab-ı Hudûd-u Evâilu’t-Tab’iîyât, On Sekiz Mesele (Kitabu’s-Semâni Aşera Mesele), Kitab-ı Tefsîr Vesayây-ı Fisagores, Kitâbu’l-Cevâhir, Kitâb-ı Berkış, Kitâbu’l-Haberu’l-Evvel ve Kitâbu’n-Nefs isimli eserlerini biliyorlardı. Bu son eserin büyük kısmı Ebu Ali b. Zer’a tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir.[52]

Âlemin kıdemi ve sudur teorisi ile ilgili görüşleri ile tanınmış olan Proclus, daha çok Platon’u takip eden bir düşünür olmakla birlikte alemin kıdemi konusunda Aristoteles’in düşüncelerini benimsemiştir. Bundan dolayı İslami kaynaklarda dehrî olarak nitelenmiştir. Onun görüşlerinin temelinde varlığın birden doğduğu vardır. Ona göre varlık “bir”in cevherinden doğmakla birlikte “bir”den farklıdır.[53] Platon, Aristoteles ve kendinden önceki Yeni Eflatuncuların bıraktıkları mirası eklektik bir sistem içinde kullanan Proclus, bunlardan elde etmiş olduğu sentezle Iamblikos tarafından geliştirilmiş olan diyalektik sistemini dikkatli bir şekilde geliştirmiştir.[54]

Proclus âlemin ezeliliği, sudur ve bunlara bağlı olarak “bir”, “akıl” ve “ruh” konusundaki görüşleri ile İslam felsefe geleneğine dolaylı ve dolaysız etkilerde bulunmuştur. Onun özellikle alemin ezeliliği ile ilgili görüşleri gerek Hıristiyan gerek Müslüman bilginler tarafından eleştiriye tâbi tutulmuştur. John Philoponus’un bu konudaki reddiyeleri Proclus’un Müslümanlarca tanınmasında etkili olmuştur. Daha sonra Fârâbî açık bir şekilde Fî Reddi alâ Yahya en-Nahvî fi Reddi alâ Aristûtâlis isimli bir eser yazarak Proclus’un görüşlerini benimsediğini göstermiştir.[55] Ancak Fârâbî ne Aristoteles’i ne de Proclus’u birebir takip etmemiştir. Mesela Fârâbî, Tanrı ile ilgili yorumlarında Aristoteles, Proclus ve Yeni Eflatunculuğun görüşlerini İslam dininin genel telakkileri ile mezcetmiştir. Bu anlayışta kendi kendini akleden tanrı Aristoteles’in tanrısını, bu akletme neticesinde varlığın onda zorunlu olarak taşması düşüncesi Plotinusçu âlem anlayışını ve Proclus’un “bir” algısını anımsatmaktadır. Ancak Fârâbî’nin tanrısı bunlardan hiçbiri değildir. Ona göre tanrı İslam inançlarına uygun olarak azamet, celâl, mecd vb. olumlu sıfatlarla vasıflandırılmıştır.[56]

Proclus’un İslam düşüncesi üzerindeki etkisinin bir yönü de İslam düşüncesinde önemli bir tartışma alanı olan Tehafütler geleneği üzerinde olmuştur. Bu geleneği başlatan Gazzâlî, Tehâfütu’l-Felâsife isimli eserinde Proclus ile onun düşüncelerine reddiye yazan John Philoponus’tan faydalanmıştır. Proclus’un İshâk b. Huneyn tarafından tercüme edilen eseri Hucecu Proclus fî Kıdemi’l-Âlem’de evrenin ezeliliği ile ilgili on sekiz delil ileri sürmüştür. John Philponus’un buna reddiyeleri ise Şehristâni, İbnu’l-Hammar ve Gazzâlî tarafından kullanmıştır. Gazzâlî bu durumu Tehâfüt’te açık açık söylemese de alemin kıdemiyle ilgili cevapları onun kitabının özetlemesi sayılır. Çünkü Gazzâlî içeriği aynen korumuş, sadece ıstılah ve üslupta farklılıklar oluşmuştur.[57]

 

John Philoponus (Yahya en-Nahvî, 490 – 570)

Antik dönemin son yüzyılları Yeni Eflatunculuk düşüncesi açısından iki farklı görünümüne şahit olmuştur. Yunan felsefesi ile Hıristiyan öğreti arasındaki çatışmadan kaynaklanan bu görünümlerden birincisi Platon ve Plotinus’un görüşlerini dinileştirme şeklinde olurken diğer yandan İamblichos ve Proclus’un sistemlerinde olduğu gibi Hıristiyan inançlarını doğrudan karşıya almaksızın, Yunan felsefesinin temel tezlerini tavizsiz bir şekilde savunan görüştür. Bu dönemin son zamanlarında İskenderiye’de doğmuş olan John Philoponus, Yakubî Hıristiyan dinine mensup olup[58], Ammonius’tan felsefe okumuştur. Hocası Ammonius, Proclus’un Atina’da öğrencisi olmuştur. Ancak Proclus’un düşünceleri kısa zaman içinde Hıristiyanlığın baskısı altında kalmış ve onun görüşünün savunulduğu okullar İmparator Justinyen tarafından kapatılmıştır. Philoponus da zamanın siyasi ve sosyal yapısına uygun olarak Proclus’un özellikle evrenin ezeliliğine dair görüşlerine karşı çıkmıştır.[59] Philoponus, bu görüşleriyle Hıristiyan ve Müslüman filozoflarca tanınmıştır.[60]

Felsefi açıdan Philoponus’un durduğu yeri daha iyi anlayabilmek için onun Aristoteles ve Platon’un görüşlerine nasıl yaklaştığına da kısa bakmak yerinde olacaktır. O, Aristoteles’e karşı da onun De Caelo’da ortaya koymuş olduğu beşinci unsur (esîr) anlayışına karşı çıkmıştır. Yine Philoponus gök cisimlerinin hareketlerinin sadece dairesel olduğu görüşünü de reddederek farklı hareketlerin olabileceğini ifade etmektedir. Philoponus bu eleştirileri ile evrenin ezeli değil zaman içerisinde meydana getirilmiş olacağını ima etmektedir. Onun Aristoteles’e yaptığı üçüncü eleştirisi ise evrenin ezeliliğine karşı yine Aristoteles’e ait olan “sonsuzun bilfiil mümkün olmadığı” sözüne dayanmaktadır. Philoponus buradan hareketle iki ilke ortaya koyar: 1. Bir şeyin varlığı ikinci bir şeyin varlığına bağlıysa ikincisi olmandan birincisi olmaz. 2. Sonsuz bir dizinin olması imkânsızdır. Buna göre Philoponus, evrenin de bir başlangıcının olması gerektiğini düşünmektedir. Kendisinden sonra Gazzâlî de Tehafütu’l-Felâsife isimli eserinde filozofların âlemin kadim olduğu görüşüne karşı onun Aristoteles’e yaptığı eleştirileri tekrarlamıştır.[61]

Philoponus, Aristoteles’in De Anima’sı üzerine yazdığı şerhler ile İbn Sînâ metafiziği için bir kaynak oluşturduğuna dair ipuçları bulunmaktadır.[62] İbn Sînâ’nın nefsin aklî kısmının cisimsel olarak ayrılabilirliği üzerindeki Aristotelesçi yorumları Philoponus’un yorumlarıyla ilişkilendirilmiştir. İbn Sînâ’nın Philoponus’tan etkilendiği başka bir yer ise Aristoteles’in De Anima’da ifade ettiği, hatırlamanın neftsen başlayıp duyu organlarında sona eren bir hareket olduğunu söylediği bölüme dair şerhidir. Philponus burada, ruh kavramını hatırlama süreci ile ilişkilendirmektedir. İbn Sînâ da ruhu tanımlarken Philoponus’un buradaki terimlerini kullanmış ve benzer bir yoruma gitmiştir. Benzer bir durum Kindî için de söz konusu edilmiştir. [63]

 

SONUÇ

İskenderiye ekolüne ait bazı filozofların eserlerinin, İslam Felsefesi alanında ön plana çıkmış olan Müslüman filozofların görüşlerinin şekillenmesinde etkili olduğunun gösterildiği bu çalışmada, bütün yönleri ile söz konusu ekolün etkisini göstermek ya da bu ekolün İslam coğrafyasında yapılan felsefi çalışmaların beslendiği tek kanal olduğunu iddia etmek değildir. Burada İskenderiye Ekolünün İslam filozoflarının önemli kaynaklarından biri olduğunu bazı örneklerle ayrıntıya inmeksizin ortaya koymak amaçlanmıştır.

 

Müslümanların gerçekleştirdiği fetihler ve fethedilen topraklarda takip edilen siyaset, ilim dünyasında bir yer değişikliği meydana getirmiştir. Bu yer değişikliği sırasında tercüme hareketliliği yanında önemli bir fikri açılım gerçekleşmiştir. Bu iki faaliyet aracılığıyla Arapça, bilim ve felsefe kavramlarına sahip bir dil haline gelmiştir. Bağdat şehri, Atina, İskenderiye, Urfa ve Nusaybin, Cundişapur, Harran, Antakya, okullarının temel düşünsel mirasını kendinde toplamış ve seçkin bir bilim ve felsefe merkezi haline gelmiştir.[64] Müslüman bilim adamları, tercümeler yoluyla gelen fizik, tıp, astronomi gibi ilimlerin yanında metafizik konularla da ilgilenmişlerdir. Filozof olarak adlandırılan bu bilginler Antik çağ filozofları ile onları tanımada aracı olan ve İskenderiye’de teşekkül etmiş Yeni Eflatunculuk düşüncesi arasında eklektik bir sistem kurmuşlardır. Eklektik olması bu düşünce tarzının değersiz olması anlamına gelmemelidir. Çünkü bu eklektiksizim, sadece bir bilgi derleyip devşirme şeklinde ortaya çıkıp gelişen bir durumu ifade etmemektedir. Durumu bu şekilde değerlendirdiğimizde insanlığın üretmiş olduğu her düşünce kendisinden önce üretilmiş olan başka bir düşünceye bir şekilde bağlı olduğu için eklektik sayılabilir.

İskenderiye Ekolünün İslam Felsefesi diye adlandırılan akım üzerindeki etkisi, sadece bir takım görüşlerin İslam filozoflarınca benimsenmesi ve geliştirilmesi yoluyla gerçekleşmemiştir. Bu görüşlerle muhatap olan düşünürler bir takım kavramları, tanımlamaları ve görüşleri kabul etseler bile zaman zaman bu ekolün ortaya koyduğu felsefi anlayışlara karşı koymuşlar ve bir takım Müslüman bilginler ise doğrudan Yeni Eflatunculuk düşüncesi ile mücadele etmişlerdir. Bu mücadele neticesinde üretilen bilginin de İskenderiye ekolünün dolaylı etkisi olduğu söylenebilir.




Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski