FARABİ'DE DÜŞÜNCE
Fârâbî,
Aristoteles’in sofistlere karşı mücadelesinde ortaya koyduğu varlık ve bilginin
imkanı düşüncesinden çok, “varlık nasıl vardır?” ve “düşünce nasıl mümkündür?”
çerçevesinde bir yol izlemiştir.
Fârâbî’ye göre bilginin elde edilmesi, saadeti
temin etme açısından önem arz eder. Fârâbî’ye göre herkesin istediği şey
hayırdır. Saadet ise hayırların en büyüğü ve en mükemmelidir. Bu yüzden Fârâbî’ye
göre mümkün olan bilgilerin araştırılması ile saadeti aramak aynı şeydir.
A.
Düşüncenin Unsurları:
1.Dil
ve Düşünce Münasebeti: Fârâbî’ye göre;
düşünce ile dil arasında sıkı bir münasebet vardır. Bu yüzden düşüncenin
unsurlarının ne olduğunu sormak demek, düşüncenin lisanla formüllendirilmiş
olan unsurlarını aramak demektir. Dil
ile düşünce arasındaki münasebeti ifade eden kelimelerden biri olan nutk
kelimesinin üç anlamı vardır. 1. İnsanın makulleri idrak edebileceği kuvvete
delalet eder. 2. İnsanın nefsinde anlayış yolu ile hasıl olan makullere delalet
eder. 3. İçerde bulunan şeyin dil ile ifade edilmesine delalet eder. (içten
konuşma – dıştan konuşma)
Ağızdan
çıkan sesler iki şekilde mütalaa edilirler. 1. Şekil; Sofistçe Delillerin
Çürütülmesi, Hitabet ve şiir kitaplarında ele alındığı tarzda o halleri ile
alındıkları zaman aldatmaya, yanlışlıklara, karışık ve bozukluklara delalet
ederler ve bazı hallerde de manayı gayet iyi ifade ederler. 2. Şekil; kavramları,
onların makamlarını tanıtmak ve yerlerine geçmek üzere temsil etmeleri
bakımından mütalaa edilirler.
Fârâbî’ye
göre; lisanla formüllendirilmiş düşünce ya doğru ve yanlışla bir ilgisi olmayan
ağızdan çıkan müfret seslerle ya da doğru ve yanlışla bir ilgisi olan ve
birleştirilmiş ve bağlanmış olan seslerle. Müfret olan sesler, müfret
kavramlara, birleştirilmiş sesler ise birleştirilmiş veya ayrılmış kavramlara
delalet ederler. Buna göre bilgi zihinde iki şekilde bulunur. 1. Ay, güneş, ruh
gibi tek başına olan mutlak tasavvurlar. 2. “Gökler içinde bulunan kürelerden
ibarettir.” sözünün ifade ettiği gibi tasdikli tasavvurlardır.
Kavramlar
veya zihindeki izler, zihin dışında mevcut olan objelerin örnekleri, suretleri
ve hayalleridir. Ağızdan çıkan sesler ise ilk ve en geniş manasıyla zihindeki
izlere veya kavramlara delalet etmektedirler. Kavramların duyusallara işaret
etmesiyle, ağızdan çıkan seslerin kavramlara delalet etmesi aynı türden
değildir. Kavramlar, bir duyusalın veya başka bir yolla bildirilenin ne
olduğunu öğretmekte iken, ağızdan çıkan sesler, işaret etmiş olduğu şeyi
bilfiil olarak insanın hatırına getiren müşterek işaretlerdir.
Ağızdan
çıkan sesler, kavramlara iki şekilde delalet etmektedir. Birinci sadece bir
nevi hatırlatma işareti olarak delalet etmek. İkincisi, tabii olarak değil
fakat uylaşımla delalet etmek (ıstılah). (?)
Düşünce
bir yandan ağızdan çıkan sesler şeklinde kendini ifade ederken, bir yandan da
yazı ile bu imkâna sahip olur. Dil bir manada yazıdır. Yazı ilk olarak sesle
çıkan şeylere delalet eder. İkinci olarak zihindeki izlere delalet eder. Ağızdan
çıkan seslerin zihindeki kavramlara delaletleri, yazılmış olan şeylerin ağızdan
çıkan seslere delalet etmesine benzer. Bu delalet de uylaşım yoluyla olur. Buna
göre yazı, ağızdan çıkan sese, ağızdan çıkan ses, kavramlara veya zihindeki
izlere; zihindeki izler ise kendilerinin örnekleri oldukları şeylere yani
objelere delalet etmektedir. Kavram ise kavramların duyusullarına delalet
etmektedir. (kavram duyusalı var mıdır? s. 110.)
Yazı
ve dil her millette müşterek değildir, fakat kavramların dayandığı duyusallar
her millette müşreterektir. Milletlerin
kendi dillerinde anlamış oldukları kavramlar, dayandığı duyusalların müşterek
olması sebebiyle aynı kavramlardır. Örneğin Hintlinin algılamış olduğu insan
şekillerini Araplar aynen gördükleri vakit ikisinin idrak etmiş oldukları şey
aynıdır.
2.
Konu ve Yüklem Olarak İsim ve Fiil: Müfret olarak ağızdan çıkan sesler üç
türdür. İsim, fiil ve edatlar. İsim ve fiiller birleştirme ve ayırmaya ile
ilgilisi olmayan kavramlara benzerler. “Beyaz” ve “insan” örneklerinde bu iki isimden
her biri, biri cevher diğeri araz bildiren bir isimdir. Tek başlarına oldukları
müddetçe, dış dünyada bir karşılığı olsun veya olmasın ne doğru ne de yanlıştır.
Fiil ise ağızdan çıkan türemiş sesler gibidir. Fiiller yüklem olduklarında biri
yüklem diğeri yüklemin konu ile bağlantısı olan iki şeyi kendinde birleştirmiş
olur. Fiil, bir şeyin cevherini bildirmez. Sadece tasrih edilmiş bir konuya
delalet eder.
3.
Önerme:
Fârâbî’ye
göre asıl düşünce bir şeyi bir şeyle birleştirmek veya bir şeyi bir şeyden
ayırmakla başlar. Doğru ve yanlış ancak bu ameliyeden sonra ortaya çıkar.
Birleştirilmiş olan şey bir kavramın bir kavram hakkında tasdik etmiş
olduklarıdır. Ayrılmış olan şey ise içinde bir kavramın bir kavramdan
selbedilmiş olduklarıdır. Bir şeyi tasdik etmek demek, insanın hakkında hüküm
verilen şeyin o şey zihinde ne şekilde bulunuyorsa, zihin dışında da o şekilde
bulunduğuna inanmasıdır. Tasdikler doğru veya yanlış şeyler hakkında vaki
olabilir. (113).
Bir
önermede fiilin kendisi yüklem olursa, fiil bağlantı olan ve varlık bildiren
bir fiile muhtaç olmadan yüklenmiş olduğu konu ile kendisi arasındaki
bağlantıya delalet eder. Eğer yüklem isim olursa varlık bildiren bir fiile
bağlanmalıdır. Bu durumda yüklem ya konunun zatını bildirir veya kendisinin
konuda olduğunu bildirir. Her iki durumda fiil yüklemin konu ile bağlantısına
delalet eder. Ancak fiil sadece bu
bağlantıya değil, aynı zamanda yüklemin konuya yüklendiği zamanı da bildirir.
Fârâbî’ye
göre ilimlerin asıl muhtaç olduğu şey ise önermelerdeki varlık bildiren
fiillerin özel olarak herhangi bir zamana delalet etmeksizin işini görmesidir.
Zaman bildiren önermelerin kullanılması sadece şahsi olan veya hitabet ve
şiirle ilgisi bulunan önermelerde doğru olur.
B)
Düşüncenin İşleyişi
2.
İşleyiş Psikolojisi: (124)
Bilgi,
derinlik, genişlik ve uzunluk tasavvur edilmedikçe cismin tasavvur
edilemeyeceği tarzda, zaman içinde meydana gelmiştir. Bu tasavvur zaman içinde
meydana gelmektedir. Ancak tasavvurların zincirleme olarak sonsuza kadar
gitmesi mümkün değildir. Kendisinde durulan tasavvurlar olmak zorundadır ve
bunlardan önce başka tasavvurlar bulunmaz. Bu tasavvurlar, açık, sahih ve
kendiliklerinden anlaşılan manalardır. Bunların sözle açıklanması mümkün
değildir. Ancak dikkat çekmek için açıklama yapılabilir, yoksa daha açık hale
getirilmesi söz konusu olamaz. Vucup, vücud ve imkan bu türden tasavvurlardır.
Bazı
tasdiklerin idrak edilmesi için de önceden başka tasdiklerin idrak edilmesi
gereklidir. Mesela, alemin muhdes oluğunu söyleyebilmek için önce onun müellef
olduğunu söylemek lazımdır. Bu tasdikler de sonsuza kadar gitmeyip bir yerde
durmaları gerekir. Kendilerinde durulan bu ilk tasdiklere ahkam-ı evveliye
denir. Bunlar akıl için tamamen açıktır.
Fârâbî’ye
göre akıl ile tasavvur etmek insanın nefsin dışındaki şeyleri hissetmesidir.
Ancak buradan akıl ile duyunun aynı şey olduğu manası çıkarılmamalıdır. Akıl
fiilini bir suret içinde ifa eder ve onu kendinde tasavvur eder. Hariçte olan
şey ise aslında insanın tasavvur etmiş olduğu şey değildir. Çünkü akıl şeylerin
en latifidir. Akılda tasavvur edilen şeylerin de eşyanın en latifi olması
gerekmektedir. Bu durumda artık duyusal olan, duyusal olarak makul değil, makul
de makul olarak duyusal değildir. Bir şeyin sureti cisimde, duyuda ve akılda
olmak üzere üç yoldan hasıl olur.
Suretin
cisimde teşekkül etmesi o cismin infiale maruz kalmasıdır. Buna örnek ısınan
demirin ateşin suretini almasıdır. Duyuda sûretin teşekkül etmesi, duyu
organının bir madde ile temas etmesi ile maddenin bulunduğu halin tasavvur
edilişi bakımından yine bir infiali ifade eder. Bir şeyin akılda tasavvur
edilişi ise madde ile tamamen bağımsız bir şekilde gerçekleşir. Bu yüzden
duyusal eşya, akıl tarafından idrak edilmiş olan eşyadan farklıdır. Ancak akıl
tarafından tasavvur edilen eşya, konusunu eşyanın duyusal tasavvurundan
almaktadır. Ancak bu tasavvurun duyusaldan akılsal olana geçişinin vasıtaları
bulunmaktadır. İlk olarak duyuda duyusal olanların sûretleri hasıl olur. Sonra
bu sûretler, müşterek duyuya aktarılırlar. Müşterek duyu, bunları tahayyül
kuvvetine, tahayyül kuvveti ise temyiz kuvvetine intikal ettirir. Temyiz
kuvveti de en sonunda bu tasavvurları akla götürmektedir.
Fârâbî’ye
göre insanın idrak ettiği şeyler, üç gruba ayrılır. 1. Duyusallar, 2. İlk
Bilgiler, 3. Bir düşünme işlemi sonunda elde edilen bilgiler. Üçüncü
gruptakiler, ilk bilgilerden çıkartılırlar. Ancak ilk bilgiler tek başına
üçüncü gruptaki bilgileri elde etmek için yeterli değildir. Çünkü bilinenler, herhangi
bir kıyasla veya herhangi bir kıyas olmaksızın bilinirler. Herhangi bir kıyas
olmaksızın bilinenler dört sınıftır. Bunlar 1. Kabul edilmiş olanlar, 2. Yaygın
olanlar, 3. Duyusal olanlar, 4. Tabii olarak makul olanlar. Kabul olanlar: rıza
gösterilmiş olan bir kişi veya bir topluluktan alınıp kabul edilmiş olan her
şey. Yaygın olanlar: Bütün insanlar veya çoğunluğun, bilginlerin arasında
kimsenin itiraz etmeden yayılmış olan her şeydir. Tabi olarak makul olanlar ise
insanın kendini doğuştan beri haklarında kesin bilgiye sahip gördüğü genel
öncüllerdir. İnsan bu öncüllerin kendisinde nasıl meydana geldiğini bilmez.
Fârâbî’de,
varlık ile düşünceyi birbirine bağlayan idrak konusu, asıl olarak duyusallar
ile alakalıdır. Duyusallar, varlığı düşünceye arz ederler. İdrak bir iz bırakma
hadisesidir. Yüzüğün mumda iz bıraktığı gibi idrak edilen şeyin sureti de idrak
eden kuvvette izlerini bırakır. Başka bir deyişle idrak eden güç, idrak ettiği
şeyin sûretini alır.
Fârâbî’ye
göre idrak, ya bâtinî ya da zâhirî olur. Zâhirî idrak, beş duyunun elde ettiği
idraklerdir. Batinî idrak ise vehmiyye kuvvetinin idrakleriyle ilgilidir.
Duyusal objenin etkisi güçlü olursa, bu idrakin bir süre daha duyuda izi
kalır. Ancak duyusal obje ortadan
kaybolduğu vakit bu objenin kalıcı izleri, beynin ön kısmındaki musavvire
kuvveti ile tespit edilirler. Bu kuvvet, duyusalların deposudur. Buradan
mütehayyile kuvvetine geçen duyusalların sûretleri bu kuvvet tarafından
birleştirilebilir veya ayrıştırılabilir. Duyusal sûretlerin bundan sonraki
durağı olan vehmiyye kuvveti ise artık duyusal olmayan şeylerin idrak edilmiş
olduğu ilk yerdir. Kurdu gören kuzunun onun düşmanı olduğunu anlaması bu kuvvet
sayesinde olur. Vehmiyye kuvvetinin idrak ettiği şeyler hafızada depo
edilirler. Akla kullanacağı malzemeyi veren şey, duyusalların sûretlerini
saklayan musavvere kuvveti ile vehmiyye kuvvetinin idrak ettiği sûretleri
saklayan hafıza kuvvetidir. Bu malzemeler vehmiye kuvveti tarafından ayrıştırma
veya birleştirmeye tabi tutulursa mütehayyile kuvveti, eğer akıl ile yapılırsa
müfekkire kuvveti bahis konusu olur. Sûret ve duyu kuvveti muhayyile kuvvetinin
maddesi gibidir. Muhayyile kuvveti nâtık kuvvetinin maddesi gibidir. Nâtık
kuvvet ise hiçbir kuvvetin maddesi değildir. O, sûretlerin sûretidir.
Fârâbî’ye
göre tecrübeler yavaş yavaş biriktiğinde insan âkil haline gelir. Buna göre
akıl tecrübeden başka bir şey değildir. Tecrübe ise bir şeyin cüzilerini
düşünüp onun küllileri hakkında bu cüzilerde bulunan şeye göre hüküm vermektir.
Aklın eşyanın ve zıdların idraki ile varlıkların hallerini olduklarından başka
türlü tevehhüm edilmesi dışında, kendine has olup da his olmadan yaptığı bir
fiili yoktur (128).
3.
Akıl: Akıl, insanın bir şeyi zihni ile idrak etmesidir. Bir şeyin idrak
edilmesi demek, o şeyin maddesinden tecrit edilmesi demektir. Bu yüzden makulat
ne cisimdir ne de cisimdedir. Ancak akıl sûretleri kavramadan önce bilkuvve
olarak bulunmaktadır. Bu haliyle akıl ruhun kuvvelerinden bir kuvvedir.
Varlıkların mahiyetlerini ve sûretlerini kavramaya müsaittir. Bu akıl
varlıkların mahiyet ve sûretlerini kazandığında bilfiil akıl haline gelecektir.
Makulat ise akıl tarafından idrak edilmeden önce bilkuvve makul durumunda iken
idrak edildiklerinde bilfiil makul olacaklardır. Bu bakımdan bilfiil akıl ile
bilfiil makulat aynı şeydir.
Duyusal
olanların akıl tarafından idrak edilebilmesi, duyusalların sahip olduğu
sûretler ile mümkün olmaktadır. Bilkuvve aklın bilfiil olması da ancak duyusal
olan bir sûretin idraki ile olmakta ancak bu sadece söz konusu sûrete göre
bilfiil olabilmektedir. Henüz idrak edilmemiş sûretlere nisbetle bilfiil akıl,
bilkuvve akıl konumunda kalmaya devam etmektedir. Bazı Sûretler de vardır ki
bunlar tamamen maddeden bağımsızdır. Bu sûretlerin taakkul konusu olmaları
bilfiil aklı yeni bir akıl haline getirir. Fârâbî, bu akla müstefâd akıl adını
verir. Faal akıl ise bilkuvve makulatı bilfiil yapan akıldır. Faal aklın
bilkuvve akla nispeti, güneşin karanlıkta kaldıkça, bilkuvve görüş olan göze
nispeti gibidir. Işığın bilkuvve görünen şeyleri bilfiil görünen şeyler haline
getirdiği gibi, faal akıl bilkuvve aklı bilfiil akıl haline getirmektedir.
Maddedeki sûret ezelden beri faal akılda maddesinden tamamen bağımsız bir
şekilde bulunmaktadır. Faal akıl sûret yarattığı maddeye göre bazen bilfiil
bazen bilkuvvedir. Bu yüzden o ilk mebde’ olamaz.